Benim meskenim
Sabahattin Ali’nin dizelerini bilirsiniz: ‘…dağlardır dağlar’ diye bitirir bu satırları.
Ben her ne kadar ‘Bu metro çok iyi oldu şekerim’ diyen veya ‘IQTONKZÖNK876 şarjı olan var mııııııı?’ diye haykıran bir nesile ait olsam bile, aslında kalbimin kuytu bir yerlerinde çok daha ilkel ve basit bir hayatın içinde görürüm kendimi. Bunun nedenlerini zaman zaman sosyal medya hesaplarımda yazarım ama gerçek şudur ki ben de herkes gibi doğaya aitim ve beni zaman zaman yanına çekiyor. Öyle çağırıyor ki, resmi meskenimin dağlarda olduğunu biliyorum. Bile bile hala şarj cihazı arıyorum.
Geçtiğimiz ay, bir basın kabilesi olarak burdan taaaaa Norveç’e gittik. Orasıyla ilgili tek bilgim, balıkçılarının ellerine habire krem sürdüğü idi. Aslında biz Jotun’un, markanın kraliçesi (kesinlikle Norveç kraliçesinden daha fazla tanınmaktadır) ve global kreatif direktörü Lisbeth Larsen ile Doğu Avrupa ve Orta Asya Pazarlama Direktörü İsmet Uçarlı’nın davetlisiydik. Esasen benim gibi sulu (buna boya sektöründe plastik bazlı deniyor) bir tipi dahi bu kadar özenli ve önemli bir geziye davet etme riskini alan PR Queen (o da Norveç kraliçesinden daha fazla tanınıyor) Berna Sağlam Naiboğlu’na ve ekibine da burada bir teşekkür etmek isterim. Biraz somona boğuldum, biraz zencefilli kurabiyelerle şömine önünde gevşetilerek sabitlendim ama geziyi baştan sona tam notla tamamladım.
Gezinin manası neydi, ne içerirdi diye sormayın, zaten bütün mimarların aşk yaşadığı markanın yeni koleksiyonuyla ilgili mantıklı yazıyı Esra yazdı, içeride okuyabilirsiniz. Benden ise şunu alırsınız:
1. Acayip eğlendim.
2. Elli bin kilometrekareye 12 kişinin düştüğü Oslo, Nordik ruhunu yekpare yaşayan bir yer olmayabilir ama yalın yaşam, yüksek standartlarda yaşam, sanat ve tasarımla koyun koyuna yaşam anlamında iyi bir özet noktası. Norveç bence takım arkadaşlarına göre kara kızağa daha gömülü bir memleket ama ne yaparsanız yapın, kuzeye gittiğiniz anda isterseniz buzula düşün, yine de içinizi mutlu bir kuzey ruhu kaplıyor. Hemen bir yün hırkayı omuza alıp pencerenin önüne kıvrılmak istiyorsunuz. Bir post bulup üstünde uyumayı hayal ediyorsunuz. Ne kadar mum varsa yakasınız, yün çorapları bileğe doğru çekesiniz geliyor. Kuru dalları vazolara koyup, ketenleri buruşturmak için doğmuş gibisiniz sanki. Sanki daha üç beş ay önce elinde kokteyl, iskelede ‘o sole mio!’ diye bağıran ağustos böceği siz değilmişsiniz gibi geliyor. Düpedüz nankörlük ama gerçekten böyle.
Nankörlük olmasaydı, evde dört tanesi boş beklerken gidip bir tane daha battaniye almazdım. Bir de onu taşıdım.
Diğer yandan… Bence bir ev yerine uçak, tren en kötüsü şişme bot sahibesi olması gereken sevgili arkadaşım Özlem Avcıoğlu da bizim için Danimarka mutfağını yazdı. Kuzeyden inen görsel festival lezzette de sürüyor yani, bunların şakası yok.
Kısacası herkes bir şekilde o coğrafyaya uğrayarak bir parçasına, bir zamanına dahil oldu bu sayfalarda. ‘Winter is coming’leştik yani. Derginin köşe bucağına bu Nordik ruhu taşıdık taşımasına da…
Anladım ki ben daha çooook karşısına çıkarım bu kuzeyin.
EBRU KILIÇ SOLMAZ
Yayın Yönetmeni